Kökü derinde ve yaş almış olan daha mı gelenekçidir? Ataklık illaki bir yeninin, bir genç olanın marifeti midir? Köklü olanın bilgeliği ile yeni olanın ataklığı birleşemez mi? Ataklık-çeviklik için kullanılan “agile” ve bana sorarsanız hangi anlamda kullanıldığı pek de bilinmeden kullanılan “resilience” (zorluklara rağmen ayakta kalabilme, kendini yenileyebilme gücü) biraz zorla dile sokulmaya çalışılıyor, uğruna paralar harcanıyor, zoraki eğitimler, toplantılar, zirveler düzenleniyor. Oysa hayatta kalma bilgeliği ve çeviklik, bu topraklarda var olan herkesin (yanlış yazmadım, herkesin, her bir bireyin) genlerinde, tohumunda var. Yeşertilmeyi bekliyor, tıpkı Marmariste bulunan 7bin yıldır yeşermeyi, yeşertilmeyi bekleyen siyez buğdayı tohumu gibi. Bizse sıklıkla, bizde olanı fark etmek yeşertmek yerine kısır tohumlar ithal edip, bir, hadi bilemedin iki mevsim sonra Allah Allah bu da tam olmadı, şimdi ne denesek diye dolanıyoruz.
Değişim, çeviklik, ve ayakta kalabilme ile ilgili bu toprağın bilgeliğinden birkaç alıntı paylaşayım.
“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir! Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz, ne su ne de yıkanan aynıdır.”
Efesli Heraklitos, M.Ö. 5. y.y.
(Bunu yazarken aklındaki nehir herhalde, bugün Küçük Menderes dediğimiz Kaystros Nehri’nden başkası değildi.)
Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur… “Düşmem” dersin düşersin, “Şaşmam” dersin şaşarsın. En garibi de budur ya, “Öldüm” der durur, yine de yaşarsın. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
(Bir de kendisine atfedilen “Oldum dediğin an, öldüğün andır.” sözü var, Mevlanadan olduğunu doğrulayamadım.)
“Biz büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük.”
Mustafa Kemal Atatürk
“Hiç kimse değişime karşı değildir, yeter ki ucu kendisine dokunmasın.”
Ahmed Hamdi Tanpınar
Hayatın sonsuz kendini yenileyebilme kabiliyetinden bizim, her birimizin payını almamış olması mümkün mü? Değişime en hazırlıklı ve adaptasyon kapasitesini çok yüksek oranlara çıkarmış canlılardan biri elmadır. Her bir elmanın, her bir çekirdeği, ektiğinizde ayrı bir elma ağacı oluyor*. Böylece bir elma, koparıldığı ağaçtan kilometrelerce uzağa götürülse de çekirdeklerinden bir kısmı yeni ortama uyum sağlayabilecek şekilde yeni bir ağaca dönüşebiliyor. Dikkatinizi çekerim, her bir elmanın çekirdeği ayrı ağaç oluyor değil, her bir elmadaki her bir çekirdek ayrı bir ağaç oluyor. Aynı kapasitenin bizlerde de olduğuna inanıyorum, her birimizde. İçimizde bir yerde elma çekirdeklerindeki gibi, yeşertilirse ortaya çıkan şahane bir dönüşüm kodu gizli.
Bu dönüşüm kapasitesini harekete geçirebilmek için, öğrenilmiş ve kalıplara sokulmuş “kurallar” ve “meli”, “malı”ların ötesinde davranabilmemiz gerekiyor. Kısa vadeli kazanımlar, birbirini yenmek üzerine kurgulanmış hedeflerle değil, varolmaya sonsuza kadar devam edecekmiş gibi, kendi potansiyelimizi aşacak bireyler ve kurumlar olduğumuzu hatırlayarak potansiyelimizi genişletmemiz gerekiyor. Felsefeci James Carse’ın “Finite and Infinite Games” (ve ondan esinlenip iyi bir iş dünyası uyarlaması olan Simon Sinek’in son kitabı “The Infinite Game”) kitabında sonlu oyun – sonsuz oyun olarak tanımlanıyor bu aradaki ayrım. Sonlu oyuncular sınırların içinde oynar, sonsuz oyuncular sınırların kendisiyle oynar diyor Carse. Carse’a sorsak Efesli Heraklitos “aynı nehirde iki kez yıkanılmaz, ne su ne de yıkanan aynıdır” diyor ne dersiniz diye, herhalde bize “ben de onu diyorum ya, sonsuz oyun kapasitesi nehirde akan su gibidir, bitmeyen devinen her an yenilenen bir şeydir” diye cevap verecektir.
Değişim veya çağrışımlarının ele alındığı eğitimlerin klasik slaytlarından biri vardır. Genelde konfor alanı denilen bu slaytta iç içe geçmiş üç halka vardır. Kişinin konfor alanı vardır (en iç çember), bunun buradan çıkınca öğrenme alanı vardır (orta çember) en dışında da panik alanı (dış çember). Önerme de, insanlar konfor alanının dışına çıkınca paniklerler o yüzden önce öğrenmeleri gerekir. Buna karşı çıkan, önemli bulduğum eleştirisi ise şunu sorar: “peki konfor alanının dışında öğrenmek mümkün mü?” Cevabın hem evet hem de hayır olduğunu düşünüyorum, ve bu soruya cevap vermek zorunda olmadığımıza inanıyorum. Carse’ın tarifi ile düşündüğümüzde bu gereksiz bir çabadır çünkü. Konfor alanımızın içinde ve tamda sınırda olup, tam da sınırın kendisi ile “oynayıp” konfor alanını genişletmek ve bir devinim içinde bir akış, bir nehir yakalamamız mümkün. Simon Sinek, son kitabında bunu yapan ve buna direnen şirketlerin aldıkları sonuçları karşılaştırmalı olarak veriyor.
Bu kapasiteyi kullanmaya karar verdiğimizde de (ister hayatımızda ister çalıştığımız kurumda), karşılaştığımız direnç ise iki türlü, biri iç direnç (sabit zihniyetle, var olanı koruma eğilimi) diğer ise dış direnç (Tanpınarın tarifi ile sebep olduğumuz değişimin ucunun dokunduğu kimselerden gelen direnç) diyebiliriz kabaca.
İlki ile ilgili sıklıkla rastlanan durum şöyle oluyor. Kişi, çocukluğundan başlayarak, uzun yıllar çok çalışıyor; sınavlar, elemeler, iyi bir iş bulmalar, yükselmeler… Dişiyle tırnağıyla hak ederek bir yere geliyor ve sonra yorulduğunda, daha ileriye gidemediğinde, veya bu bana yeter dediğinde orada kalıyor. Kaldığı yüksek yerde de yıkılmamak için bir kale inşa etmeye başlıyor. Bundan sonraki değişim taleplerinin ucunun dokunduğu kişi olmayı seçiyor bir bakıma. Carol Dweck ‘Mindset’** isimli kitabında “plateau” (plato) kelimesini kullanıyor. Türkçede de kullanılan plato kelimesi, yüksek düzlük, yayla anlamındadır. İngilizcede plato kelimesi hem isim hem de fiil (to plateau) olarak kullanılıyor. Plato olmak, yayla olmak gibi. Çabalayıp yüksek bir yere varmak ve ondan sonra orada plato olmak, yayla olmak, ya da “araziye uymak” 🙂
‘Plato olma’ eğilimindeki ‘sabit zihniyet’ (fixed mindset) karşısında Dweck’in önerdiği ‘gelişimci zihniyet’ (growth mindset) aslında tam da Heraklitos’un nehir ile, Carse’ın ve Sinek’in sonsuz oyunla anlattığı durumun ayrımında olan kişi. Olana (zekaya, akla, mutlak olana) değil, olabilecek olana, çabaya odaklanan, sonsuz bir oyun oynayan ve hayatla güçlü bağlar kuran kişi olma seçeneğimiz var her zaman. Bu seçenek için gerekli bilgi de yeşertilmeyi bekleyen elma çekirdeği gibi içimizde duruyor. Üstelik, bu seçenek hayattaki mutluluk arayışının formülü gibi duruyor, Mihaly Csikszentmihalyi’nin mutluluğa dair yıllar süren araştırmaların sonuçlarına dayandırdığı kitabı Akış, tam da bunu söylüyor, ancak ve ancak bir akış deneyimi (nehir veya sonsuz oyun da diyebiliriz) insanı mutlu kılabiliyor.
Tüm bunları bir araya koyduğumuzda, ve iş hayatına baktığımızda öldürücü rekabeti bir yana bırakan***, birlikte bir nehir gibi akan, birbirini besleyen, paylaşan, sonsuz bir oyun içinde dans eden iş arkadaşlarına, beraber çalışan, beraber yaratan, birbirini yeşerten ve birbirini besleyen insanlar olmak dışında bir seçeneğimiz yok. Her birimizin ve hepimizin umudu canlı tutmak, yaşamak ve mutlu olmak için sarılabileceği naif ama güçlü bir öz. Peki son olarak, değişim genlerimizi yeşertmediğimiz durum ne olur? Alıntıyla bitireyim:
“Aynı yerde kaldıkça, nesneler ve insanlar yozlaşır, çürür ve de leş gibi kokmaya başlarlar.”,
Gecenin Sonuna Yolculuk, Louis Ferdinand Céline
* Meraklısı için elmanın (ve lale, patates ve kenevirin) detaylı hikayesi için Arzunun Botaniği, Mizhael Pollan
** Şu an baskısı olmayan Türkçe çevirisinin başlığı kitapla da orijinal başlıkla da ilgisiz olarak “Aklını Kullan”dır.
***İş Yerinde Rekabet geçen sezon ele aldığımız konular arasında. Yazılar, video ve podcast için tıklayın