Öne çıkan

Yetkinlik, yetenek ve ötesi… – Hayati Mevzular Business S1B8

Katı meyve sıkacağı ile yetkinlik arasındaki ilişki nasıl bir ilişki? Dedemden öğrendiğim hacıyatmazlık, aslında ithal agile-çeviklik kavramının ta kendisi mi? Yetkinliğin var olması ile yetkinliğin işe yaraması arasında nasıl bir fark var? Öne çıkan yetkinlikler ile kültür ve şirket kültürü arasındaki ilişkiler nelerdir ve neden önemlidir?

Pandemide nasıl takke düştü kel göründü, hangi hassas noktalar gün yüzüne çıktı? Değerli olan yetkinliği, tik atıp sorumluğu reddetmeden nasıl işleyebilirim? Etiket ile hakikat arasındaki fark nedir? Trende uygun eğitim alırken ve trende uygun işe alım yaparken neleri kaçırıyoruz? Bu şirket bir insan olsa nasıl bir insan olurdu sorusunu sorsak ne elde ederiz?

Yetkinlik setlerimizi beraberce kullanıp başka bir dünya yaratmak nasıl mümkün olabilir? Tek başına bir kurtuluş yok görünürken, hesap veren, değer veren, değer ve kadir kıymet bilen bir yolda nasıl ilerleyebiliriz?

YetkinlikYoutube

Bölümü Podcast Olarak Dinlemek İçin Tıklayın

Öne çıkan

Gelecek ne zaman gelecek? – Hayati Mevzular Business S1B7

Gelecek tahmin edilebilir mi? Rahatlama ihtiyacı alelacele yaratılmış gelecek senaryoları mı yaratıyor? Her şey artık gerçekten başka mı olacak? Değişim pandemi ile mi başladı, yoksa daha önce başlayan bir değişimi görmeye mi başladık? Aman biz de internetten canlı yayın yapalım hakiki bir arzu mudur bir zorlama mıdır? “Dijitalleşiyoruz şahane oldu oh be geri kalmadık!” denirken acaba bir aksülamel mi yaratılıyor? Amacın ne olduğunu düşünmeden problem çözmeye kalkmak bize nasıl bir gelecek sağlar ya da neye mal olur? Panik hali yaratıcılık alanını neden ve nasıl daraltıyor? “Biz bu işte hep beraberiz?” diyen şirketler ne olursa gerçek bir etki yaratabilirler? Şark’ın şahit olma geleneğinden ne öğrenebiliriz? Geleceğe doğru ilerlemek için neden durmak, neden şahit olmak gerekiyor? Başlamak, öğrenmek ve ilerlemek için neden durmalıyız? Bugün inkâr ettiğimiz ne var? Neyin yasını tutuyoruz? Hızlanmak için gaza basarken vites küçültmeyi unutuyor muyuz? Şirketin kültüründe olmayan aksiyonlar nasıl ters tepiyor? Sınavdan önceki gün çalışmayı bırakmayı rahatlamayı hepimiz biliyoruz, peki bu bilgi bugün nasıl işe yarabilir?

Bölümü Podcast Olarak Dinlemek İçin Tıklayın

Öne çıkan

Zaman Yönetimi – Hayati Mevzular Business S1B6

Zaman yönetilebilir mi? Zaman gerçekten yönetilemiyorsa sorumluluk kimin? Liderin çalışanlarına güvenmemesi ile zaman yönetimi arasında nasıl bir ilişki olabilir? Şirket kültürüne uymayan veya uyumlandırılmayan sistemler zaman yönetimi problemini nasıl besliyor? 8 saati doldurmak için mi toplantı yapıyoruz ve zamanı yönetmiyoruz? Başkasında etkili görünen zaman yönetimi ipuçları bizde neden çalışmaz? Zaman yönetiminde kendinize uyarlayabileceğiniz hangi tavsiyelerden bahsedilebilir? Kurbağını önce yiyerek irade gücünü nasıl kontrollü harcarsın? Hareket ve zamanı yönetmek bağlantısı nedir? Biten işlerin verdiği hissin nasıl bir faydası var?

Bölümü Podcast Olarak Dinlemek İçin Tıklayın

Öne çıkan

Kurumsal Aidiyet – Hayati Mevzular Business S1B5

Birlikte yaratılmamış bir kurumsal kimlik aidiyet üretebilir mi? Bir kuruma aidiyet hissetmek gerçekten mümkün olabilir mi? Peki kurum yerine bir amaca aidiyetten bahsedersek neleri mümkün kılabiliriz? Rekabetçi olabilmek ile aidiyet, aidiyet ile heyecan ve heyecan ile yaratıcılık arasındaki bağlantılar nelerdir? Şirketin amacı ile çalışanın amacı arasındaki hizalanma nasıl başarılabilir? Kurumsal aidiyetin olmadığı ama varmış gibi olan durumlar neler? ‘Çalışanı elde tutmak’ denilen şey neden yüzeysel bir çabadır? Kurum kültürü ile aidiyet ilişkisi neye benziyor? Akışla kendiliğinden gelişen kurum kültürüne nasıl gideriz? Çalışanların birbirine ve kuruma bağlılığı hangi şahane sonuçları üretebilir? 15, 20 ve 150 sayılarının aidiyet ile ilişkisi nedir?

Bölümü Podcast Olarak Dinlemek İçin Tıklayın

Öne çıkan

Değişim – Hayati Mevzular Business S1B4

Değişimin ucunun bana dokunmaması mümkün müdür? Değişim yumurta kapıya dayanınca mı başlar? Değişim ile ilgili korkumuz nereden geliyor? Suni değişim ile hakiki değişim, statik değişim ile dinamik değişim arasındaki fark nedir? Değişim için çalışan – yöneticinin dans etmesi gerekiyor, peki bu dans nasıl olmalı? Marka kimliği ile değişim tasarımı arasındaki bağlantı neye benziyor? Değişim artık tek boyutlu değilse, hangi boyutları dikkate almalıyız? Çalışan mutluluğu ile değişim arasındaki ilişki nedir? Bu memleketin toprağında var olan kodu kendimizde nasıl yeşertebiliriz?

Bölümü Podcast Olarak Dinlemek İçin Tıklayın

Bölümle İlgili Yazılar:
Değişim Genlerimizi Yeşertmek – Ali’nin yazısı

 

Değişim Genlerimizi Yeşertmek

Kökü derinde ve yaş almış olan daha mı gelenekçidir? Ataklık illaki bir yeninin, bir genç olanın marifeti midir? Köklü olanın bilgeliği ile yeni olanın ataklığı birleşemez mi? Ataklık-çeviklik için kullanılan “agile” ve bana sorarsanız hangi anlamda kullanıldığı pek de bilinmeden kullanılan “resilience” (zorluklara rağmen ayakta kalabilme, kendini yenileyebilme gücü) biraz zorla dile sokulmaya çalışılıyor, uğruna paralar harcanıyor, zoraki eğitimler, toplantılar, zirveler düzenleniyor. Oysa hayatta kalma bilgeliği ve çeviklik, bu topraklarda var olan herkesin (yanlış yazmadım, herkesin, her bir bireyin) genlerinde, tohumunda var. Yeşertilmeyi bekliyor, tıpkı Marmariste bulunan 7bin yıldır yeşermeyi, yeşertilmeyi bekleyen siyez buğdayı tohumu gibi. Bizse sıklıkla, bizde olanı fark etmek yeşertmek yerine kısır tohumlar ithal edip, bir, hadi bilemedin iki mevsim sonra Allah Allah bu da tam olmadı, şimdi ne denesek diye dolanıyoruz.

Değişim, çeviklik, ve ayakta kalabilme ile ilgili bu toprağın bilgeliğinden birkaç alıntı paylaşayım.

“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir! Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz, ne su ne de yıkanan aynıdır.”
Efesli Heraklitos, M.Ö. 5. y.y.

(Bunu yazarken aklındaki nehir herhalde, bugün Küçük Menderes dediğimiz Kaystros Nehri’nden başkası değildi.)

Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur… “Düşmem” dersin düşersin, “Şaşmam” dersin şaşarsın. En garibi de budur ya, “Öldüm” der durur, yine de yaşarsın. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

(Bir de kendisine atfedilen “Oldum dediğin an, öldüğün andır.” sözü var, Mevlanadan olduğunu doğrulayamadım.)

“Biz büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük.”
Mustafa Kemal Atatürk

 

“Hiç kimse değişime karşı değildir, yeter ki ucu kendisine dokunmasın.”
Ahmed Hamdi Tanpınar

Hayatın sonsuz kendini yenileyebilme kabiliyetinden bizim, her birimizin payını almamış olması mümkün mü? Değişime en hazırlıklı ve adaptasyon kapasitesini çok yüksek oranlara çıkarmış canlılardan biri elmadır. Her bir elmanın, her bir çekirdeği, ektiğinizde ayrı bir elma ağacı oluyor*. Böylece bir elma, koparıldığı ağaçtan kilometrelerce uzağa götürülse de çekirdeklerinden bir kısmı yeni ortama uyum sağlayabilecek şekilde yeni bir ağaca dönüşebiliyor. Dikkatinizi çekerim, her bir elmanın çekirdeği ayrı ağaç oluyor değil, her bir elmadaki her bir çekirdek ayrı bir ağaç oluyor. Aynı kapasitenin bizlerde de olduğuna inanıyorum, her birimizde. İçimizde bir yerde elma çekirdeklerindeki gibi, yeşertilirse ortaya çıkan şahane bir dönüşüm kodu gizli. 

Bu dönüşüm kapasitesini harekete geçirebilmek için, öğrenilmiş ve kalıplara sokulmuş “kurallar” ve “meli”, “malı”ların ötesinde davranabilmemiz gerekiyor. Kısa vadeli kazanımlar, birbirini yenmek üzerine kurgulanmış hedeflerle değil, varolmaya sonsuza kadar devam edecekmiş gibi, kendi potansiyelimizi aşacak bireyler ve kurumlar olduğumuzu hatırlayarak potansiyelimizi genişletmemiz gerekiyor. Felsefeci James Carse’ın “Finite and Infinite Games” (ve ondan esinlenip iyi bir iş dünyası uyarlaması olan Simon Sinek’in son kitabı “The Infinite Game”) kitabında sonlu oyun – sonsuz oyun olarak tanımlanıyor bu aradaki ayrım. Sonlu oyuncular sınırların içinde oynar, sonsuz oyuncular sınırların kendisiyle oynar diyor Carse. Carse’a sorsak Efesli Heraklitos “aynı nehirde iki kez yıkanılmaz, ne su ne de yıkanan aynıdır” diyor ne dersiniz diye, herhalde bize “ben de onu diyorum ya, sonsuz oyun kapasitesi nehirde akan su gibidir, bitmeyen devinen her an yenilenen bir şeydir” diye cevap verecektir. 

Değişim veya çağrışımlarının ele alındığı eğitimlerin klasik slaytlarından biri vardır. Genelde konfor alanı denilen bu slaytta iç içe geçmiş üç halka vardır. Kişinin konfor alanı vardır (en iç çember), bunun buradan çıkınca öğrenme alanı vardır (orta çember) en dışında da panik alanı (dış çember). Önerme de, insanlar konfor alanının dışına çıkınca paniklerler o yüzden önce öğrenmeleri gerekir. Buna karşı çıkan, önemli bulduğum eleştirisi ise şunu sorar: “peki konfor alanının dışında öğrenmek mümkün mü?” Cevabın hem evet hem de hayır olduğunu düşünüyorum, ve bu soruya cevap vermek zorunda olmadığımıza inanıyorum. Carse’ın tarifi ile düşündüğümüzde bu gereksiz bir çabadır çünkü. Konfor alanımızın içinde ve tamda sınırda olup, tam da sınırın kendisi ile “oynayıp” konfor alanını genişletmek ve bir devinim içinde bir akış, bir nehir yakalamamız mümkün. Simon Sinek, son kitabında bunu yapan ve buna direnen şirketlerin aldıkları sonuçları karşılaştırmalı olarak veriyor.

Bu kapasiteyi kullanmaya karar verdiğimizde de (ister hayatımızda ister çalıştığımız kurumda), karşılaştığımız direnç ise iki türlü, biri iç direnç (sabit zihniyetle, var olanı koruma eğilimi) diğer ise dış direnç (Tanpınarın tarifi ile sebep olduğumuz değişimin ucunun dokunduğu kimselerden gelen direnç) diyebiliriz kabaca. 

İlki ile ilgili sıklıkla rastlanan durum şöyle oluyor. Kişi, çocukluğundan başlayarak, uzun yıllar çok çalışıyor; sınavlar, elemeler, iyi bir iş bulmalar, yükselmeler… Dişiyle tırnağıyla hak ederek bir yere geliyor ve sonra yorulduğunda, daha ileriye gidemediğinde, veya bu bana yeter dediğinde orada kalıyor. Kaldığı yüksek yerde de yıkılmamak için bir kale inşa etmeye başlıyor. Bundan sonraki değişim taleplerinin ucunun dokunduğu kişi olmayı seçiyor bir bakıma. Carol Dweck ‘Mindset’** isimli kitabında “plateau” (plato) kelimesini kullanıyor. Türkçede de kullanılan plato kelimesi, yüksek düzlük, yayla anlamındadır. İngilizcede plato kelimesi hem isim hem de fiil (to plateau) olarak kullanılıyor. Plato olmak, yayla olmak gibi. Çabalayıp yüksek bir yere varmak ve ondan sonra orada plato olmak, yayla olmak, ya da “araziye uymak” 🙂 

‘Plato olma’ eğilimindeki ‘sabit zihniyet’ (fixed mindset) karşısında Dweck’in önerdiği ‘gelişimci zihniyet’ (growth mindset) aslında tam da Heraklitos’un nehir ile, Carse’ın ve Sinek’in sonsuz oyunla anlattığı durumun ayrımında olan kişi. Olana (zekaya, akla, mutlak olana) değil, olabilecek olana, çabaya odaklanan, sonsuz bir oyun oynayan ve hayatla güçlü bağlar kuran kişi olma seçeneğimiz var her zaman. Bu seçenek için gerekli bilgi de yeşertilmeyi bekleyen elma çekirdeği gibi içimizde duruyor. Üstelik, bu seçenek hayattaki mutluluk arayışının formülü gibi duruyor, Mihaly Csikszentmihalyi’nin mutluluğa dair yıllar süren araştırmaların sonuçlarına dayandırdığı kitabı Akış, tam da bunu söylüyor, ancak ve ancak bir akış deneyimi (nehir veya sonsuz oyun da diyebiliriz) insanı mutlu kılabiliyor. 

Tüm bunları bir araya koyduğumuzda, ve iş hayatına baktığımızda öldürücü rekabeti bir yana bırakan***, birlikte bir nehir gibi akan, birbirini besleyen, paylaşan, sonsuz bir oyun içinde dans eden iş arkadaşlarına, beraber çalışan, beraber yaratan, birbirini yeşerten ve birbirini besleyen insanlar olmak dışında bir seçeneğimiz yok. Her birimizin ve hepimizin umudu canlı tutmak, yaşamak ve mutlu olmak için sarılabileceği naif ama güçlü bir öz. Peki son olarak, değişim genlerimizi yeşertmediğimiz durum ne olur? Alıntıyla bitireyim:  

“Aynı yerde kaldıkça, nesneler ve insanlar yozlaşır, çürür ve de leş gibi kokmaya başlarlar.”,
Gecenin Sonuna Yolculuk, Louis Ferdinand Céline

 

* Meraklısı için elmanın (ve lale, patates ve kenevirin) detaylı hikayesi için Arzunun Botaniği, Mizhael Pollan
** Şu an baskısı olmayan Türkçe çevirisinin başlığı kitapla da orijinal başlıkla da ilgisiz olarak “Aklını Kullan”dır.
***İş Yerinde Rekabet geçen sezon ele aldığımız konular arasında. Yazılar, video ve podcast için tıklayın

Öne çıkan

Sunum – Hayati Mevzular Business S1B3

Sunum nasıl yapılır, sunum nasıl yapılmaz, “sunumun derdi” olması ne demektir ? Şişirme sunum ne demektir neden bundan hoşlanmayız? Bir kamp ateşi etrafında hikaye anlatsak powerpointten daha etkili bir sunum olabilir mi? Yöneticinin yapacağı sunumu çalışanın hazırlaması neden dünyanın en saçma işidir? Derdi kaybolmayan sunum nasıl yapılır? Kapana peynir koyarken fareye nasıl yer bırakmak ne demek? Sunumun sonunda katılımcılar nasıl hissetsin? Hedef kitle ile hedef etki arasındaki fark nedir?

Bölümü Podcast Olarak Dinlemek İçin Tıklayın

Bölümle İlgili Yazılar:
Kapana peynir koyarken fareye de yer bırak! – Özgür’ün yazısı
Sunum Bir Araçtır, Amaç Değil – Ali’nin yazısı

Sunum Bir Araçtır, Amaç Değil

(Yazının daha eski bir versiyonu learnedtoday.info sayfasında yayınlanmıştır.)

Sunum Bir Araçtır, Amaç Değil ve bu araç, basitçe, karşımızdakilere bir fikri, bir bilgiyi, bir derdi aktarmaktır. Tıpkı iletişimin temelindeki basit ama çok önemli ayrımdaki gibi, benim ne söylediğim (ne sunduğum) değil, iletişim kurduklarımın (sunumumu izleyenlerin) ne anladığı ve aldığıdır önemli olan. 

Basit olanı önemsiz kabul edip basitçe ihmal etme eğilimimizden midir, yoksa basit olanı kendimize yakıştıramadığımız için midir veya kendimizdeki yetersizlik hissini bastırmak için midir bilemiyorum, pek çok sunumda aşırı bir doluluk ve aşırı bir albeni görüyoruz. Bizim anlatmak, ulaştırmak istediğimiz mesele merkezde olmaktan çıkıyor, merkeze parlatılmış bilgi yığınlarından ibaret perdeye yansımış görüntüler geliyor. Hal böyle olunca da, bizi desteklemesi gereken sunum, bizi yöneten haline geliyor, amaç, iletmek istediğimizi iletmekten çıkıp sunumu bitirmek oluyor. 

Sunum yaparken (ve sunuma hazırlanırken) malzemeye ve kendimize odaklanmak yerine şu çok önemli soruya odaklanmalı, hatta ona sarılmalı ve bırakmamalıyız: 

‘Bu sunumun sonunda neyi iletmiş olmak istiyorum?.’

Bu soruyu merkezde tuttuktan sonra, sunum hazırlığı olarak sunum üçgenine bakmak faydalı olabilir. Üçgenin her bir ucunda şunlar yer alır:

  1. Konu
  2. Sunum yapan 
  3. Katılımcılar

Bu üçgenin oluşturacağı her kenar ise, en önemli sorumuzun eşlikçi soruları olarak bize yardım eder:

  1. Konu ve benim aramdaki bağ nedir?
    (ve bunu nasıl sunacağım?)
  2. Benimle katılımcılar arasındaki ilişki nedir?
    (Nasıl bir etkileşime ihtiyacım var? Ne verebilirim ve ne alabilirim?)
  3. Konuyla katılımcılar arasındaki bağ nedir?
    (Malzemeden ne edinecekler? İletişimi kurulan esas şey nedir? ‘E yani?’ sorusuna bir cevap var mı?)

Bütün bunlar dikkate alınmadığında, ya stres olmuş ve sadece sunduğu malzemeye takılıp kalmış kişileri ya da ‘ben her şeyi bilenim’ havasında takılan ve ortada kocaman bir ‘e yani?’ sorusu bırakan kişileri izliyoruz. Bir sunumunuz olduğunda, basitçe yukarıdaki sorulara cevap verin, ve sunum öncesinde üçgenin köşeleri arasındaki bağlantıyı kurun. Ondan sonra, sunum sırasında, sunumun tadını çıkaranları keyifle izleyin.

Kapana peynir koyarken fareye de yer bırak!

Eski bir Yunan atasözü var: Kapana peynir koyarken fareye de yer bırak!

Yine iş dünyasının belalı bir kavramı. Ve en belalı yazılım: Powerpoint. Sunum şimdilerde hikaye anlatmakla yer değiştirdi. Sunum yapmak değil hikaye anlatmak deniliyor ki doğru bir yaklaşım da. Mesela Amazon tüm pp sunumlarını yasaklamış. Ne güzel bir karar. PP sunumları nasıl oluyor: Anlatmak istediklerini yazarsın. (Kullandığın yazı tipi, efektler, clip artlar ne anlattığınla ne de vermek istediğin duyguyla ilgilidir.) Ayağa kalkar, ekranın yanına geçer ve yazılanları ekrandan okursun. Klasik sunum budur ve tam da çöptür. Mesela akademisyenlerin sunumları böyledir. Sıkıcı ve dikkat çekmeyen. Bir ajans başkanıyla sohbet ediyoruz, bir elemanı terfi etmek istiyormuş ajansla ilgili projelerini sunacakmış, ya adam bana 120 sayfalık sunum hazırlamış dedi heyecanla. Ben de dedim demek ki kafasını toparlayamamış. Sunumunu yapacağın şeyi çalışmamışsan, konuyu bilmiyorsan ekrandan okursun, 120 slide hazırlarsın. 2005 yılında Guy Kawasaki 10/20/30 kuralından bahsediyor. 10 slide hazırla, 20 dakikada sun, fontlarının büyüklüğü 30 olsun. Ben de buna bir ek yapıyorum. 10 tane post it al. Anlatacağın şeyi bunlara yaz, duvara as ve çalış. PP olmadan sunum yap bakalım. Sunum yapmayı hikaye anlatmak gibi düşün. Bir hikaye anlatıyorsun, derdin ne? Amacın ne? Ne yapmak istiyorsun? Ne anlatmaya çalışıyorsun? Galiba en çok sinir olduğum şey Bullet Pointler, alt alta yazılmış maddeler. Bize ilkokuldan beri bunu öğretiyorlar. Alt alta yaz. Bir de şunu dene, yuvarlaklar çiz, bunların içine yaz o maddeleri. Bir resim bul bu resmi yansıt ve anlat. Sunum yapmak başlı başına bir iştir ve üzerinde çalışılması gereken bir mevzudur. Alıştırma yapacaksın, kendi kendine anlatacaksın, ses tonunu kullanacaksın, beden dilini kullanacaksın, karşıdakini de düşüneceksin. Yani kapana peynir koyarken fareye de yer bırak!

Öne çıkan

İkna – Hayati Mevzular Business S1B2

Duygusal bağ yaratmak ikna etme tekniklerine her koşulda üstün gelebilir mi? İkna etmenin teknikleri olabilir mi? Bu tekniklerin işe yarama koşulları nelerdir? Sahicilikle değil teknikle gelen ikna ne kadar sürdürülebilir? Müşterimle, çalışanımla, yöneticimle, iş arkadaşımla uzun soluklu ilişki ile ikna arasındaki ilişki nedir?

IknaCover
Bölümü Podcast Olarak Dinlemek İçin Tıklayın

Bölümle İlgili Yazılar:
İkna Etmeye Çalışmaktan Vazgeç – Özgür’ün yazısı
Önce Kendini İkna Et – Ali’nin yazısı